Eylül ayı ortaları küresel siyaset çok önemli gelişmelere sahne oldu. İran’ın Şangay İşbirliği Örgütü’ne (ŞİÖ) tam üye olarak kabul edilmesi ve ABD-İngiltere-Avustralya arasında nükleer iş birliğini de içeren askeri paktın (AUKUS) kurulması bu gelişmelerin en önemlileri olarak sayılabilir. Her iki gelişme de uzun süredir ticaret savaşları olarak devam eden ABD-Çin arasındaki rekabetin artık askeri araçların daha yoğun kullanıldığı bir sürece doğru evrildiğini göstermesi açısından kritik önemdedir. Bu gelişmeler, ortaya çıkaracağı önemli küresel sonuçlara ilave olarak İran-Suudi rekabetine yeni bir boyut kazandırarak Orta Doğu bölge siyaseti açısından da önemli sonuçlar doğuracaktır. Çünkü AUKUS Paktı ABD’nin, Orta Doğu yerine Asya Pasifik bölgesini öncelikli dış politika gündemi olarak gördüğünü tartışmasız bir şekilde ortaya koyuyor. ABD dış politikasında bir süredir emarelerini gördüğümüz bu vizyon değişikliğinin doğal sonucu, ABD’nin Suudi Arabistan’a geçmişten günümüze sağladığı güvenlik garantilerinin köklü bir biçimde azalması olacaktır. İran’ın ŞİÖ’ye üyeliği ise Orta Doğu siyasetinde İran’ın elini güçlendirecek, en azından İran’ı Çin gibi güçlü bir küresel hamiye kavuşturacak önemdedir. Her iki gelişme de İran-Suudi rekabetinde Suudi Arabistan’ın ABD güvenlik garantilerinden mahrum olduğu ve İran’ın Çin gibi küresel bir hamiye kavuştuğu bir bölgesel atmosfer ortaya çıkararak İran karşısında Suudi Arabistan’ın pozisyonunu ciddi bir biçimde zayıflatacaktır.
AUKUS ve ABD Güvenlik Garantilerinin Azalması
Son dönemde ABD’nin Orta Doğu güvenliğine dair vizyonunda önemli bir değişim ile karşı karşıyayız. Orta Doğu bölgesi, kaya gazı devrimiyle Orta Doğu enerji kaynaklarına bağımlılığını ortadan kaldıran, Çin ile girdiği büyük güç rekabetinde Çin’i sınırlamak isteyen ABD’nin dış ve güvenlik politikasındaki önceliğini kaybetmişe benziyor. 2012 yılında Barack Obama yönetimin geliştirdiği ve ABD’nin Asya-Pasifik bölgesindeki müttefikleri ile savunma ve güvenlik bağlarını güçlendirme taahhütleri de içeren “Asya Pivot” vizyonu, Obama döneminin başkan yardımcısı Joe Biden döneminde AUKUS Paktı ile ete kemiğe bürünmüş oldu. Paktın, ABD’nin Afganistan’dan tamamen çekilmesinden ve Irak’taki muharip güçlerinin kısa sürede çekileceğini açıklamasından kısa süre sonra gerçekleşmiş olması Orta Doğu bölgesinde ABD güvenlik garantilerine güvenen rejimler için son derece kritik öneme sahip bir mesaj içermektedir.
Uzun yıllar ABD güvenlik garantileri altında ciddi bir rejim güvenliği endişesi yaşamayan Suudi Arabistan, son dönemde azalan ABD güvenlik garantilerinin ülkede ve bölgede oluşturduğu güç ve güvenlik boşlukları ile mücadele etmekteydi. Bu süreçte Levant, Kızıldeniz, Basra Körfezi ve Güney Arabistan bölgelerinde oluşan bu güç boşluklarını Suudilerin varoluşsal düşmanı İran’ın doldurmaya çalışması bölgesel statüko ve Suud rejiminin güvenliği açısından hayati sonuçlar doğuracak önemde gelişmelerdir. Nitekim İran, 2006 sonrası dönemde Irak, Suriye, Lübnan, Filistin, Yemen ve Bahreyn’deki vekilleri aracılığıyla bu bölgelerdeki politik ve ideolojik nüfuzunu önemli ölçüde genişletmişti.
Bu süreçte bölgesel statüko ve Suudi rejim güvenliğine yönelik İran kaynaklı tehditleri yönetebilmek için Suudiler yönlerini Çin’e dönmüşlerdi. Çünkü Çin, bölge güvenliğini sağlama kapasitesine ve motivasyonuna sahip, ABD’den sonra gelen yegâne küresel aktördür. Gelişen endüstriyel kapasitesi, artan teknoloji üretimi ve genişleyen askeri yetenekleri ile Çin’in yakın gelecekte ABD’nin Körfez bölgesinde boşalttığı alanları dolduracağına yönelik önemli bir beklenti ortaya çıkmıştı. Burada Suudiler, Çin’in büyük güç statüsünü sürdürmek ve ABD ile girdiği büyük güç rekabetinde avantajlar elde etmek için Suudi Arabistan’ın enerji ve jeopolitik kaynaklarına yaslanmak zorunda olduğuna yönelik iddialı bir öngörüye fazlaca güvendiler ve İran’ı dengelemek için Çin ile yakın ilişkiler geliştirmeye büyük önem verdiler.
Büyük güç statüsünü sürdürmek isteyen Çin açısından Suudiler çok önemli bir müttefik olabilir. Sahip olduğu hidrokarbon rezervleri sayesinde küresel enerji piyasalarının dominant gücü olması, İslam’ın beşiği olması hasebiyle küresel Müslüman dayanışmasını organize edebilecek ideolojik derinliğe sahip olması ve bölgenin en büyük ekonomik gücü olması Suudi Arabistan’ı Çin açısından değerli kılmaktadır. Çin’in Orta Doğu bölgesindeki ekonomik ve jeopolitik çıkarları açısından Suudi Arabistan önemli bir aktördür.
Çin’in Bugüne Kadar Sürdürdüğü Tarafsızlık Patikasını Terk Etmesi
Çin bölgedeki çıkarlarını korumak için son döneme kadar İran-Suudi rekabetinde her iki aktör ile de dengeli bir ilişki geliştirmeye çalışmış ve tarafsız kalmaya özen göstermişti. Ancak İran’ın ŞİÖ’ye tam üye olarak kabul edilmesiyle Çin’in bu tarafsızlık politikası önemli ölçüde değişmiş oldu. Bu durumun doğal sonucu ABD’nin azalan güvenlik garantileri ile mücadele ederken yönünü Çin’e dönen Riyad yönetiminin artık İran karşısında daha da yalnız kalacak olmasıdır. Çünkü geçtiğimiz günlerde İran’ın ŞİÖ’ye tam üye olarak kabul edilmesi Çin’in, Suudi Arabistan ile ilişkileri ikincil önemde gördüğü anlamına gelmektedir.
Uzun yıllardır Çin’in Orta Doğu’ya yönelik politikası üzerine yapılan çalışmalar, Çin’in Başkan Deng Şiaoping’in 1980’li yıllarda geliştirdiği düşük profilli dış politika prensibine bağlı kalacağı yönündeydi. Bugün de Çin rejimi içerisinde başta Orta Doğu olmak üzere yakın çevreye yönelik askeri güç projeksiyonu yerine ekonomik yatırımları önceleyen bir dış politika vizyonunu savunan önemli bir kesim mevcudiyetini koruyor. Ancak Çin’in son yıllarda küresel ve bölgesel rakiplerini provoke etme pahasına güçlü bir donanma inşa etme ve rakipleri ile sınır sorunlarını güç kullanma tehdidiyle çözme politikası, ülke içerisindeki “Şiaoping’cilerin” dış ve güvenlik politikasının belirlendiği karar süreçlerindeki etkinliğinin zayıfladığını gösteriyor. Çin, bu adımıyla yakın gelecekte Körfez bölgesinde askeri güç projeksiyonu sergileyebileceğini ortaya koymuş oldu.
Bu varsayımın en önemli göstergesi İran’ın ŞİÖ’ye tam üyeliğe kabul edilmesidir. Çünkü uzun yıllardır ABD ve müttefikleri (İsrail, Suudi Arabistan) tarafından tanımlanan bölgesel statükoya meydan okuyan yegâne aktör olan İran, bu gelişmeyle Çin gibi küresel bir hamiye kavuşmuş oldu. Dolayısıyla Körfez bölgesinde ABD-İran rekabetinde İran artık Çin’e sırtını daha fazla yaslayacaktır. ABD’nin AUKUS Paktı ile Avustralya’ya vermeyi taahhüt ettiği nükleer kapasiteye karşılık olarak Çin, ABD’nin en önemli bölgesel düşmanı İran’ı ŞİÖ’ye tam üyeliğe kabul etti. Çin’in, İran’ın revizyonist politikalarından ve nükleer emellerinden rahatsızlık duymaması, yakın gelecekte ABD’nin açtığı nükleer güç transferi ve bilgi paylaşım yolunda Çin’in de İran’a nükleer teknoloji transferi yapabileceğine yönelik bir beklentiye yol açtı. ABD’nin tarihinde ikinci kez (ilki 1958 yılında İngiltere’ye yapılmıştı) nükleer olmayan bir ülkeye nükleer güç transferi gerçekleştirecek olması 1970 yılında yürürlüğe giren Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması’nı (NPT) da tartışmalı hale getirmiş oldu. Kısaca AUKUS Paktı, bir taraftan ABD’yi bölgede dengelemek isteyen Çin’i İran’a yakınlaştırırken diğer taraftan İran’ın nükleer silah edinmesine yönelik uluslararası bir meşruiyet ortamı da oluşturdu. Her iki gelişme de sayılan küresel etkileri bir yana, Körfez bölgesinde süregiden İran-Suudi rekabetinde Suudileri İran karşısında ciddi ölçüde zayıflatacaktır.
Suudiler İçin Olası Senaryolar
Uzun yıllar İran gibi hayati bir düşman karşısında ABD güvenlik garantilerine yaslanarak istikrarını korumayı başaran Suudi Arabistan’ı önümüzdeki dönemde zor günler bekliyor. Bugünlerde Riyad’da bir panik havası olduğunu tahmin etmek hiç de zor değil. AUKUS Paktı ve İran’ın ŞİÖ’ye üyeliğine ilaveten 2019 yılı Eylül ortasında Yemen kaynaklı olduğu iddia edilen Suudi ARAMCO saldırıları sonrası ABD yönetiminin Yemen’den gelecek balistik füze ve drone saldırılarını caydırmak için Riyad’ın güneyine yerleştirdiği gelişmiş hava savunma sistemlerini 2021 Ağustos ayı sonlarında kaldırmış olması, bu panik havasını iyice artırdı. Riyad yönetiminin geçtiğimiz günlerde Yunanistan ile Yunan ordusunun Suudi hava sahasını korumasını da içeren bir anlaşma imzalaması ve İsrail ile Demir Kubbe silah sistemleri için görüşmeleri hızlandırması yaşanan paniğin derecesini göstermesi açısında önemlidir. Ancak her iki girişimin de Suudi rejim güvenliğine anlamlı bir katkı yapmaktan oldukça uzak olduğu muhakkaktır. Çünkü ABD’nin boşalttığı alanı ne Yunanistan ne de İsrail doldurabilir.
Önümüzdeki dönemde Suudiler için olası üç senaryo ön plana çıkmakta: İddialı politikalardan vazgeçerek İran’la ilişkileri ılımlaştırmak, İran’ı dengelemek için Mısır ve Pakistan’ın askeri kapasitesine güvenmek ve Türkiye ile ilişkilerde bir yumuşama sağlayarak İran’ı dengelemeye çalışmak. Ancak her üç politikanın da hem uygulanması ile ilgili güçlükler hem de ortaya çıkaracağı sonuçlar açısından kendi içinde önemli sakıncaları bulunuyor.
Örneğin iddialı politikalardan vazgeçmek bölgede oluşan güç boşluklarını İran’ın doldurmasına göz yummak anlamına gelir ki bu da Suudi Arabistan’ın karşı karşıya olduğu İran tehdidinin gittikçe artması sonucunu doğuracaktır. Mısır ve Pakistan ise her ne kadar uzun yıllar İran’ın hem doğuda hem de Levant bölgesinde sınırlanması noktasında önemli işlevler görerek Suudi güvenliğine anlamlı katkılar yapsa da bugün için işlevselliğini kaybetmiş durumda. Çünkü her iki ülkenin de güvenlik endişeleri ve ulusal çıkarları ile Suudilerinki arasında köklü farklılıklar bulunuyor. Mısır, son dönemde ekonomik sorunlar ve Nil sularının paylaşımına; Pakistan ise Hindistan ile giriştiği rekabete ve Afganistan’daki istikrarsızlığa odaklanmıştır. Böyle bir siyasal atmosferde her iki ülkenin tehdit ve çıkar algılarının Suudilerinkiyle örtüşmesi beklenemez. Suudiler her ne kadar son dönemde Türkiye ile yakınlaşmaya gayret etseler de bu politikanın da Suudi Arabistan açısından önemli sakıncaları olacaktır. Çünkü her iki aktör de hem jeopolitik hem de ideolojik alanda rakiptirler. Bu rekabete ilaveten her ne kadar dönem dönem İran-Türkiye ilişkilerinde birtakım sıkıntılar olsa da her iki ülkenin de bazı bölgesel meselelerde (örneğin Filistin meselesi) birbirine yakın bir vizyonu paylaştığını gözlemlemekteyiz. Dolayısıyla Riyad’ın Türkiye’ye yakınlaşarak İran’ı dengelemeye çalışması pek mümkün gözükmüyor.
Suudilerin uzun yıllar yaslanarak rejim güvenliğini ve istikrarını korumayı başardığı ABD güvenlik garantilerinin azaldığı bir dönemden geçiyoruz. Oluşan bu güvensizlik atmosferini yönetebilmek için Riyad’ın yönünü Çin’e dönmesi son döneme kadar en önemli alternatifti. Ancak ABD-Çin rekabetinde ABD’nin nükleer kapasiteyi de sahaya sürerek Çin’in Asya- Pasifik’teki ilerleyişini durdurma girişimi, Pekin’deki şahin kanadı karşı adım atmaya zorladı. Bu süreçte gelen İran’ın ŞİÖ’ye tam üyeliği Çin’in Asya-Pasifik’te kaybettiklerini Körfez’de telafi etme politikası olarak okunabilir. Çin’in bu süreçte İran’a daha da yakınlaşması, algıladığı güvensizlik ortamında Çin’e yaslanarak istikrarını korumayı amaçlayan Riyad’da bir hayal kırıklığına yol açtı. Çünkü İran’ın ŞİÖ’ye tam üyeliği, Körfez siyasetinde Suudilerin Çin dış ve güvenlik politikası açısından İran’a göre ikincil önemde olduğunu ortaya koymaktadır. Yaşanan gelişmelerin Suudi rejim güvenliğinde oluşturduğu güvenlik açıkları ülke iç siyasetinde köklü değişimleri zorlayabilir.
* Mardin Artuklu Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümü başkanıdır.