Birleşmiş Milletler’in 78’inci Genel Kurul açılışının gündeminde devletler arası yüksek düzeyde ele alınacak toplantı konularında pek az kişinin dikkatini çeken başlıklar mevcut. Özellikle iklim değişikliği son yıllarda olduğu gibi yine listede ancak kalkınma ile refah bağlantısı, salgınlara karşı alınması gereken önlemler, küresel çapta sağlık sigortası uygulanması, tüberküloz (verem) ile mücadele konularının da Birleşmiş Milletler platformuna taşındığı görülmektedir. Bir yandan küresel refahın bölüşümündeki adaletsizliğin neden olduğu açlık, diğer yandan ise iklim değişikliğinin sonuçları küresel göç hareketlerinin önü alınamaz boyutlara ulaşmıştır. 700 milyondan fazla insanın doğrudan açlıkla karşı karşıya olması, 3 milyar kişinin ise yeterli gıdaya ulaşamaması, milyonlarca insanı harekete geçiren ve daha iyi bir yaşam arayışına sevk eden başlıca faktörlerden oluşmaktadır. Milyonların kontrolsüz hareketi sağlık sorunlarının da beraberinde çığ gibi büyüyüp yerküreye yayılmasını kaçınılmaz kıldığı bir gerçektir.
Akla Değil Duygulara Hitap Eden “Like Avcılığı”
Hem sosyal medyanın etkisi hem de toplumların sebep-sonuç ilişkilerini irdeleyecek analitik bakış açısına kafa yormak istememelerinden kaynaklı olsa gerek, karşı karşıya olduğumuz felaketleri, komplo teorileri ile açıklama yönündeki eğilimin ağır bastığı bir çağdayız. İçinde bulunduğumuz dönemin moda kavramı post-truth (hakikat sonrası ya da ötesi) ile izah edecek olursak, meseleleri analiz ederken, nesnel gerçekleri araştırarak vakit kaybetmek istemeyen “sosyal medya ve televizyon ekranı fenomenlerinin” halkın duygularına hitap ederek yaptığı açıklamalar daha fazla rağbet görmektedir.
Ülkemiz maalesef bu alanda, kitlelerin duygularına oynamaya meyilli “tık ve like avcıları” için verimli bir av alanı sunuyor. Sosyal medyadaki haber mecralarının yüzeyselliği de bu ortama hatırı sayılır bir katkı sunduğu görünmektedir. Bunun bir örneğine 24 Ağustos’ta Japonya’nın Fukuşima nükleer santralinde 12 yıldır depolanan atık suyu boşaltma operasyonunda rastladık. Gerek merkez medya gerek sosyal medyadaki haber kaynakları ya da pek çok yorumcu, bunun 2 yıldır Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı gözetiminde planlanan bir operasyon olduğu gerçeğinden bihaber şekilde, süreci sanki bir günde 1 milyon ton seyreltilmiş radyoaktif atık su Pasifik Okyanusu’na boca edilecekmiş havasında aktardılar. Bunun 30-40 yıl sürecek bir operasyon olduğundan bahseden neredeyse yok gibiydi. Keza operasyonun başlamasının üzerinden neredeyse 1 ay geçtikten sonra bu vaka ile ilgili olarak aynı mecralarda bir haber görmeniz, fikri takibin izine rastlamanız da mümkün değildir.
Derne Felaketinde ABD-Rusya Parmağı Paranoyası
Libya’nın doğusundaki Derne’de yaşanan sel felaketi konusunda da gözlemlemek mümkün. Konuyu tartıştığını zannedenler iklim değişikliğinin Akdeniz havzasında yarattığı değişimi ve Libya’da iç savaşın da etkisiyle yıpranan alt yapının yol açtığı sorunları görmek yerine, bu felaketin kaynağının Amerika Birleşik Devletleri ya da Rusya olduğunu, mutlak surette barajların yıkılmasında bu ülkelerin rolü bulunduğunu öne sürenler görüldü. Bir başka komplo teorisine göre ise, Derne’deki aşiretler büyük ölçüde DEAŞ yanlısıydı ve ülkenin doğusuna hakim olan General Hafter, bu insanlara bir ders vermek için uyarıları görmezden gelerek kenti sel basmasına göz yummuştu. Bu sel felaketi illaki siyasi bir komplo teorisinin ürünü olabilir miydi, yoksa görmezden gelinen bilimsel gerçeklerin kaçınılmaz bir sonucu muydu? soruları akıllarda dolaşmıyor değildir.
İklimin Değiştiği Gerçeğini Kabul Etmek Çok mu Zor?
Öncelikle şunu kabul etmek yerinde olacak, Akdeniz havzası son 5 yıldır iklim değişikliğinden kaynaklı olarak, yakın geçmişte rastlanmayan türde meteorolojik vakalarla karşılaşıyor. Türkiye sahillerinde hortumlar görülüyor, tropikal fırtınalarda rastlanan türde metropollerin kısıtlı bir bölgesinde metrekareye düşen 140 kilogram yağışla hayat felç oluyor. Sıcak hava dalgaları ile Akdeniz’in hem güney hem kuzey kıyılarında yaz mevsimi boyunca sonu gelmeyen orman yangınları herkesin malumu. Ülkemizde pek haber olmasa da tüm yaz mevsimi boyunca İspanya ve Fransa’daki su baskınları ve şiddetli yağışların arkası kesilmedi. Almanya’nın farklı bölgelerinde şiddetli fırtınalar, dolu yağışları ciddi boyutlarda zarara yol açtı. Garip olan ise bu coğrafyadaki siyasi iktidarlar da toplumlar da giderek şiddetini artıran afetlere karşı, kent tasarımlarına ya da afetlere müdahale biçimlerinde yeni yaklaşımlar geliştirmek yerine 20’inci yüzyıldan kalma tedbirlerle hayatta kalmaya çalışıyorlar.
Libya’yı vuran Daniel tropikal fırtınası da, Akdeniz havzasındaki ülkelerin bu umursamaz yaklaşımlarıyla örtüşen bir şekilde yıkıma yol açtı. Fırtına, 4 Eylül’de Akdeniz’in batısında ortaya çıktı. Ancak bölgedeki hiçbir ülke alarma geçmediği gibi vatandaşlarının dikkatini çekecek bir uyarıda da bulunmadı. 5-6 Eylül tarihlerinde fırtına İstanbul’un sınırlı bir kısmını vururken, Yunanistan ve Bulgaristan’da yarattığı yıkım daha büyüktü.
Yunanistan’ın orta kesimlerindeki tarım arazileri ürün alınması imkânsız hale geldi. Akdeniz’in doğusunda yaşanan bu manzara dahi önlem alınması için yeterli olmadı. Daniel tropikal fırtınası 9 Eylül günü bu defa Libya kıyılarına ulaştı ve 10 Eylül günü uluslararası toplum aslında önlenebilir bir felaketin ilk haberlerini almaya başladı. Derne kenti, şiddetli yağışların etkisiyle iki barajın yıkılması sonucu artık bir felaket bölgesiydi. Hem yağışlar hem de barajlarda biriken sular kentin dörtte birini yok etmiş, denize sürüklemişti. Felaketin üzerinden 9 gün geçtikten sonra Birleşmiş Milletler verilerine göre, naaşlarına ulaşılabilenlerden hareketle can kaybı 3 binin üzerindeydi. Kayıpların sayısının 10 bin civarında olduğu ifade edilirken yaklaşık 40 bin kişi yaşadıkları yerleri terk etmek zorunda kaldı. İç savaşın yaralarını sarmaya çalışan bir ülkenin bu felaketin yükünün altından kalkmasının imkansız olduğunu belirtmeye dahi gerek yok.
Derne’deki Barajlar 35 Yıldır Alarm Veriyordu
Peki mesele yalnızca ayan beyan yaklaşan bir fırtınaya karşı umursamazlıktan mı ibaretti? Bu sorunun yanıtı da “Hayır”. Çünkü bu felaket ne ABD, ne Rusya ne de General Hafter tarafından planlanıp yürürlüğe konmuştu. Yılların birikimi olan ihmallerin neticesiydi. New York Times gazetesinin 18 Eylül nüshasındaki “Aaron Boxerman ve James Glanz” imzalı haber, bu ihmaller zincirini, meselenin gerçeklerini merak edenler için özetliyor.
Derne’yi 1959 yılında vuran sel felaketinin ardından, bölgede barajların inşa edilmesinin önemi kabul ediliyor, ancak bu proje 1970’lerin sonunda Tito liderliğindeki Yugoslavya’nın desteğiyle hayata geçebiliyor. Yugoslav mühendislerinin çalışması ile 22,5 milyon metreküp su biriktirebilen 74 metre gövde yüksekliğine sahip Ebu Mansur barajı inşa ediliyor. Daha sonra daha küçük boyutta el-Bilad barajı da Derne’yi koruyacak sisteme ekleniyor. 1986’da bölgede etkili olan şiddetli bir fırtına ve yağış her iki baraja da zarar veriyor ancak gerekli bakım yapılmıyor. 1998 yılına gelindiğinde her iki barajın gövdesinde çatlaklar tespit ediliyor ancak yapılan müdahalelerin boyutu tehlikeleri önleyecek seviyede olmuyordu.
New York Times’ın haberine göre 2008 yılında barajların bakım ve onarım işini bir Türk şirketi alıyor ancak ödeme planındaki belirsizlik nedeniyle çalışmalar ise 2010 yılında başlayabiliyordu. Nitekim yalnızca 4 ay sonra başlayan iç savaş barajların tamamen tamirini engelledi. 2018 yılına kadar süren çatışmalar, barajların ihtiyaç duyduğu bakımın yapılmasını imkânsız kıldı. 2021 yılına gelindiğinde Birleşmiş Milletler tarafından tanınan Trablusgarp hükümeti barajların tamiri için 2 milyon 3 yüz bin dolarlık bütçe tahsis etse de General Hafter yönetimi ile yaşanan anlaşmazlıklar bu paranın kullanımını ve gereken tamiratın hayata geçmesine izin vermedi. 2022 yılına gelindiğinde, yani günümüzden yalnızca bir yıl önce Ömer Muhtar Üniversitesi’nden hidrolik mühendisliği uzmanı Doktor Abdülvani Aşur, yayınladığı makalede, her iki barajın artık şiddetli bir fırtınadan kaynaklanan yağış karşısında dayanmalarının mümkün olmadığı uyarısını yaptı. Ancak bu son uyarının da faydası olmadı.
Sonuç olarak Derne’deki felaketin üç aşamalı gelişimi. Merkezi yönetimin yıllarca ihmal ettiği bir altyapı sorunu, iç savaşın yıkıma uğrattığı kamu hizmetleri, Akdeniz havzasındaki iklim değişikliği ve iklim değişikliğinden kaynaklı fırtınaların daha da yıkıcı sonuçlarına karşı tüm Akdeniz bölgesi ülkelerine sirayet eden duyarsızlık.
Derne’deki felaket görünen o ki ne ilk ne de son olacak. Gerek bölgedeki siyasi ve ekonomik istikrarsızlık süreçleri gerekse iklim değişikliğinden kaynaklanan yeni gelişmelere karşısındaki kamusal düzeydeki ilgisizlik, hem Anadolu topraklarında hem de Akdeniz’in tüm kıyılarında yeni felaketler yaratmaya aday. Bir de felaketleri izah ederken başvurulan komplo teorileri bu zincire eklendiğinde yakın gelecek için daha kötümser senaryolar üzerinde çalışmalar yapmak da kaçınılmaz oluyor.