Viyana’da sürdürülen 2015 tarihli İran Nükleer Anlaşmasının yenilenmesi görüşmeleri uluslararası kamuoyuna açıklanan takvime göre Ekim ayının ilk haftası yeniden başlayacaktı. Ayın ilk günlerini geride bırakmamıza rağmen henüz başlama tarihi ile ilgili bir netlik yok ama Biden yönetiminin Nükleer Anlaşmaya geri dönüş sözünün hızlı bir geri dönüşü kastetmediği artık netlik kazandı. Hatırlanacaktır; Trump 2018 yılında tek taraflı olarak Nükleer Anlaşmadan çekilmiş, Biden ise seçim kampanyasında Anlaşmaya dönüşü bir vaat olarak dilendirmişti. Biden yönetimi göreve başladığından bu yana ABD temsilcileri, üç AB ülkesinin girişimi sonucu gerçekleşen görüşmelere katılmak üzere altı kez Viyana’ya gittiler. Fakat bu görüşmeler, ABD’li ve İranlı temsilcilerin yüz yüze geldiği bir formatta yapılmamıştır. Bu nedenle de Viyana’daki model dolaylı görüşmeler olarak anılmaktadır.
Viyana Görüşmeleri
Viyana’da ABD ve İran ile ayrı ayrı masaya oturan P4+1 (Rusya, Çin, Fransa, Birleşik Krallık+Almanya) karşılıklı olarak 2015 Nükleer Anlaşmasına geri dönülebilmesi için bazı şartların yerine getirilmesi gerektiğinin altını çizmiştir. Tahran, ABD’den öncelikle İran’a yönelik yaptırımların kaldırılmasını talep etmektedir. ABD ise Tahran’dan nükleer silahların yayılması ile ilgili olarak 2015 Anlaşmasında kabul etmiş olduğu koşulları yerine getirmesini beklemektedir. Bu görüşmelerde şu ana kadar ciddi bir yol alınamamasının en önemli sebebi, anlaşmaya geri dönmek için ilk adımı taraflardan hangisinin atması gerektiği üzerindeki anlaşmazlıktır. Bu konuda tahmin edileceği gibi hem ABD hem de İran ilk tavizi karşı tarafın verdiğini görmek/göstermek, sonra masaya oturmak istemektedir. Anlaşmanın yeniden hayat bulmasını engelleyen bir diğer önemli konu ise ABD’nin 2015 Nükleer Anlaşmasına dahil edilmemiş olan (i) İran’ın füze kabiliyetleri ile (ii) Tahran’ın Orta Doğu sahasındaki vekil ve milis grupların sınırlandırılması konusundaki ısrarıdır. Tahmin edileceği gibi Tahran yönetimi, Batılıların ve İsrail’in İran füzeleri ile sahadaki İran milis kuvvetleri meselesinin Anlaşma kapsamına dahil edilmesi yönündeki taleplerine şiddetle karşı çıkmıştır.
Endişe Sebepleri
ABD Başkanı Trump’ın Kapsamlı Ortak Eylem Planı (KOAP) olarak da adlandırılan İran Nükleer Anlaşmasından çekilmesi üzerine, İran maksimum baskı politikasının olumsuz etkileriyle karşı karşıya kalmıştı. Bu olumsuz etkilerle mücadele ederken Batı Avrupalılar nezdinde kendisine verilen sözlerin yerine getirilmediğini gören Tahran, 2016 senesinden sonra 2015 Anlaşması’nın nükleer silahlarla ilgili yasaklarını birer birer delmeye başlamıştır. Nitekim Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı verilerini kullanan bazı Amerikan menşeili kaynaklara göre, Tahran yönetimi halihazırda uranyumu %60 oranında zenginleştirmeyi başarmıştır. Bu durum İran’ın nükleer silah elde etme süresinin kısalması anlamına geldiğinden başta İsrail ve Körfez ülkeleri olmak üzere Batı Dünyası’nda ve uluslararası toplumda kaygı ile karşılanmaktadır. Bu nedenle, geriye dönülmez noktadan önce gerekli adımların atılması için herkes P4+1’in yeni İran yönetimiyle yapacağı 7. tur görüşmelere kitlenmiştir.
Viyana’da ABD ve P4+1 temsilcileri arasında yapılan 6. tur görüşmeler, 20 Haziran’da İran’da yapılan seçimlerden tam iki gün sonra- yani Ruhani yerine muhafazakâr kesimden İbrahim Reisi seçildikten sonra- durmuştu. Reisi Hükümeti’nin yol haritası da belirlenmediği için bu ara uluslararası toplumca önce normal bir bekleme süresi olarak algılandı. Seçim sonrası İran’dan yapılan ilk açıklamada, yeni hükümetin kurulmasını takiben Tahran’ın nükleer görüşmelere yeniden başlayacağı söylenmiş, bu da umutları artırmıştı. Ancak Reisi Hükümeti’nin kurulmasından bugüne deyim yerindeyse, yaprak dahi kıpırdamaması endişelere neden oluyor.
7. Tur’un Belirsizliği
Nükleer Anlaşmaya geri dönüş için Viyana’da yapılan görüşmelerin yeni turu ne zaman başlayacak sorusu, anladığımız kadarıyla, İran’ın içinde muhafazakâr ve reformist kesimlerce farklı şekilde cevaplanmakta. Muhafazakâr kesimler, Tahran’ın bugüne kadar Viyana görüşmelerinin 7. turu için net bir tarih vermemesini olumlu görüyorlar. Örneğin, sertlik yanlısı Abbas Muktedir 26 Temmuz’da Quds Online’a verdiği bir demeçte, Batılıların KOAP görüşmelerinde birçok önemli fırsatı kaçırmış olduklarına dikkat çekmiş ve artık Viyana toplantısının ne zaman ve hangi koşullarda yapılacağını saptama sırasının İran’da olduğunu belirtmiştir. Gene, muhafazakâr kanattan Emir Ali Abulfatih, Horasan gazetesine 26 Eylül’de verdiği bir demeçte, ‘‘KOAP görüşmelerinde tarafların şimdiye kadar kaybettikleri zamanın ABD’nin aleyhine işlerken aksine bu durumun Tahran’ın lehine olduğunu” iddia etmişti. Reformist kanat ise muhafazakâr yönetimin aksine nükleer görüşme tarihinin bir an evvel verilmesi gerektiğini söylüyor ve bu konuda İran’ın ayak sürümesinin Tahran’ın aleyhine işleyeceğini iddia ediyor. Bu kesim, Batı’nın Viyana’da KOAP’la ilgili olarak İran’a karşı aralamış olduğu bu fırsat penceresini görüşmelerden tatmin olmaması halinde her an kapatabileceği inancındadır. Bu bağlamda, New York’ta son yapılan BM Genel Kurulu görüşmelerine katılan ABD temsilcileri de Reformistlerin iddialarını destekleyici bir söylem benimsemişler ve Tahran’ı Viyana’da sürdürülen KOAP konusunda fırsatı değerlendirmeye davet etmişlerdir. ABD yönetimine göre İran’a yönelik açılmış olan bu fırsat penceresinin sonsuza dek açık kalmayacağı bilinmelidir. Benzer şekilde, Rusya Federasyonu yetkilileri de İran’ın KOAP görüşmelerine geri dönmek için daha fazla beklemesini doğru bulmadıklarını ve bu zaman kaybının Tahran’ın aleyhine işleyebileceğini düşündüklerini uluslararası toplumla paylaşıyorlardı.
Tahran’ın “Doğuya Dönüş” Politikası
İranlı Uzman Kayhan Barzigar’a göre, muhafazakâr Devlet Başkanı Reisi’nin Viyana’daki toplantı için P4+1’e bir tarih vermekte bu kadar ayak diretmesinin bir sebebi de Tahran’ın dış politika yöneliminde Doğu’ya dönüş eğilimidir. Bu yönelim bir bakıma ideolojik-dini liderin kendi tercihiyle ilgilidir, bir bakıma ise Tahran’ın içinde bulunduğu ekonomik durumla alakalıdır. Özellikle, 2018 senesinden yani ABD Başkanı Trump’ın Nükleer Anlaşmayı terk etmesinden sonra Tahran’a uygulanan kuvvetlendirilmiş yaptırımlar İran ekonomisine oldukça zarar vermiştir. İran bu zararı telafi etmek için çareyi doğudaki komşularıyla ticari ilişkiler geliştirmekte bulduğunu her fırsatta göstermektedir. Böylece Ruhani ile güçlenen ve KOAP ile çıpalanan İran-Batı ilişkilerine öncelik verme politikası, Reisi yönetimi altında değişim sinyalleri vermektedir. Aslında bu dönüşü mümkün kılan Ruhani’nin bir yandan Batı ile ilişkileri rayına oturtmaya çalışırken bir yandan da Doğu’daki yakın ve uzak komşularla karşılıklı bağımlılık ve entegrasyon mekanizmaları kurmaya çalışmasıdır. Bu dengeleme o zaman da bilinçli bir tercihten ziyade bir zaruret neticesiydi. Ruhani, Doğu’ya yönelişi yaptırımlar nedeniyle başlatmış, Batı politikalarında olabilecek değişime karşı Asya ülkeleri ile bağları korumaya azami önem göstermişti. Nitekim Mart 2020-Mart 2021 arası Ruhani’nin Doğu’ya dönüş politikası çerçevesinde İran, başta Çin, Irak, BAE, Türkiye ve Afganistan olmak üzere doğu komşularıyla yakınlaşmaya çalışmış, ihracatı söz konusu tarih aralığında 34 milyar dolara ulaşmıştır. Ancak Ruhani Trump politikalarının geçici olduğunu da ummuş ve Batı ile ilişkilerinin tamir edilebileceğini de düşünmüştü.
Bugün, Ruhani’nin yerine gelen Cumhurbaşkanı Reisi ise İran-Batı ilişkilerini rayına oturtan Tahran yönetimi olarak tanınma gibi bir derde sahip değil. Bu nedenle İran’ın Asya ülkeleriyle, tabii en başta da Çin ile ilişkilerini derinleştirmesi sadece bir zarar yönetim mekanizması olarak kullanılmıyor. Elbette Reisi için de bu yol, Tahran’ı Amerikan yaptırımlarının olumsuz etkisinden kurtaracaktır. Ancak bundan da önemlisi, Tahran Asya ile ilişkilerini güçlendirdiğinde Viyana’da ve diğer müzakerelerde daha bağımsız hareket edebilecektir. Kısacası, Reisi ve Ruhani’nin İran dış ve güvenlik politikasında Doğu’ya yönelme sebeplerindeki temel farklılık, yeni Cumhurbaşkanının Doğu’ya dönüşü iktisadi mecburiyetten değil, tamamen siyasi nedenlerle tercih etmiş olmasıdır. Bu bağlamda İran’ın yakın geçmişte attığı siyasi adımları değerlendiren bazı uzmanlar, İran’ın adeta mini bir Bir Yol Bir Kuşak projesi yaratmaya çalıştığını iddia etmektedir. Nitekim İran’ın 17 Eylül 2021 tarihinde Şangay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) tam üyesi olması Tahran’ın Doğu’ya dönüş politikasının da bir meyvesidir. Ancak Tahran’ın tüm bu yeni siyasi ve ekonomik girişimlerini engelleyecek yegâne mekanizmanın da ABD’nin elinde olduğu unutulmamalıdır. Tahran’a uygulanmakta olan bankacılık transferlerini engelleyen iktisadi nitelikteki yaptırımlar, İran’ın Doğu’ya dönüşünü istediği kadar güçlü yapmasını engellemektedir.
İran’ın 7. tur öncesi ayak sürümesini değerlendirenlere göre -ki biz de bu görüşteyiz- temel neden, Doğuya dönüş ya da Ruhani-Reisi farkı değildir; temel neden Tahran’ın elindeki zenginleştirilmiş uranyum miktarını artırmak suretiyle ABD üzerinde Viyana görüşmelerinde maksimum baskı kurmak istemesidir. Bu da uluslararası toplumu Trump’ın başarısızlığının bedelleri konusunda tekrar düşünmeye itiyor.
Trump’ın Başarısızlığı
Trump yönetimi KOAP’ı kötü bir anlaşma olarak ilan edip anlaşmayı 2018 yılında terk ettikten sonra, İran’a yönelik maksimum baskı politikası izlemişti. Tahran’a uygulanan bu baskı politikası sonucunda Başkan Trump, Tahran’ı masaya getirmeyi başararak füze kapasitesi ve İran destekli milisler konusunda taviz vermeye ikna edeceğine inanmıştı. Aksi takdirde Washington askeri opsiyon kartını devreye sokacaktı. İşin ilginç yanı, Israil’deki Netanyahu yönetimi de Trump’ın bu stratejisinin başarılı olacağına inanmış ve maksimum baskı politikasına destek vermişti. Netanyahu Hükümetine göre, en nihayetinde Tahran ABD tarafından uygulanan bu baskı ve yaptırımlara dayanamayıp masaya dönerek nükleer dahil pek çok konuda taviz verecekti. Bugün geldiğimiz noktada ise 7. tur görüşmelerde ayak sürüyüp masaya daha güçlü oturmak için elindeki zenginleştirilmiş uranyum miktarını artıran Tahran ile karşı karşıyayız. ABD’nin Trump döneminde Tahran’a karşı uygulamış olduğu maksimum baskı politikası tamamen geri tepmiştir. Bunun yanı sıra İran ABD’nin her türlü siyasi ve ekonomik baskısına direnerek “nükleer eşikte bir nükleer güç” olmayı da başarmıştır. Üstüne üstük, Washington’ın baskı politikasının bir neticesi olarak Batılıların tercihlerinin aksine İranlı muhafazakârlar ülkede yönetimi ele geçirip güçlerini konsolide etmiştir. Bugün uluslararası toplum; ABD, Rusya ve Çin arasında Yeni Soğuk Savaş adı da verilen bir büyük güç mücadelesine şahit oluyor. Bu mücadelede İran, Nükleer Anlaşma ile Batı ile ilişkilere çıpalanacakken Doğuya dönüş politikası ile Rusya ve Çin ile birlikte hareket etmeye itilmiştir. Biden yönetiminin işleri tersine sarabileceğini düşünen Avrupalılar şu ana kadar hayal kırıklığına uğradılar.
Anlaşma Neden Önemli?
Trump yönetiminin hatalı politikaları sonucunda bugün gelinen noktada, İran nükleer silah geliştirme kabiliyetini 2015 Nükleer Anlaşmasına oturmadan önceki seviyenin çok ötesine taşımıştır. 2015 senesinde Batı’da yazılan makalelerde bir başlık göze çarpardı: “Nükleer bombaya sahip bir İran ile birlikte yaşamak mı yoksa İran’ı bombalamak mı?”. Bu çıkmaz, 2015 Anlaşmasının önünü açmıştı. Bugün nükleer kabiliyetini daha da artırmış ve direnç gücünü göstermiş ama iktisadi olarak boyunduruk altında bir Tahran yönetimi ile uluslararası toplum aynı ikilemi yaşıyor. Umalım ki, Viyana görüşmeleri olumlu netice verir ve İran tekrar NPT koşullarına geri döner. Aksi takdirde sadece nükleer silahsızlanma ruhu zarar görmekle kalmaz, Orta Doğu farklı korkular nedeniyle hızlı bir nükleer ve konvansiyonel silahlanma yarışının pençesine düşer.