Çin, son yıllarda ekonomik, ticari, siyasi ve askeri alanlarda büyük bir ilerleme kaydederek uluslararası arenada daha görünür hale geldi. 1980’lerden bu yana ülke, kendisine belirlediği hedefler doğrultusunda önemli bir dönüşüm geçirdi. 2008 küresel ekonomik krizine kadar çift haneli rakamlarda büyüyen Çin, sonrasında yıllık ortalama %7-%8’lik bir büyüme oranına sahip oldu. Bu durum, Çin’in dünyanın en güçlü ülkelerinden biri olmasını sağladı. Çin, bu doğrultuda ekonomik, ticari, teknolojik, diplomatik ve askeri alanlarda ABD ile rekabet etmeye başladı.
Uluslararası ilişkilerde ise Çin; çok taraflılığa, karşılıklı saygıya, iyi yönetişime, ortak değerlere, içişlerine karışmama ve kazan-kazan ilkelerine vurgu yaparak bölge ülkeleriyle jeopolitik bir rekabette olmadığını savunuyor. Diğer yandan ise hızla silahlanıyor. Dünya Bankası verilerine göre 2010-2020 yılları arasında Çin’in savunma bütçesi iki buçuk katı artarak 252,3 milyar ABD Doları’na ulaşmış durumda. Çin’in bu yıl savunma bütçesini 2022’ye göre %7,2 oranında artırması öngörülüyor.
Xi Jinping’in Ekim 2022’de düzenlenen Çin Komünist Partisi 20. Ulusal Kongresi’nde “Askeri teori, personel ve silah modernizasyonu için daha hızlı çalışacağız. Ordunun stratejik yeteneklerini geliştireceğiz.” şeklindeki ifadesi, son olarak da 5 Mart’ta başlayan Çin’in en üst düzey yasama organı Ulusal Halk Kongresi’nin yıllık Genel Kurulu görüşmeleri sırasında Başbakan Li Kekiang’ın, “Çin’i bastırmaya ve kontrol altına almaya yönelik dış girişimler artıyor. Silahlı kuvvetler, askeri eğitimi ve genel olarak hazırlığını yoğunlaştırmalı” şeklindeki açıklamaları Çin’in sadece kendisini korumak amacıyla değil, aynı zamanda bölgesinde ve ötesinde farklı emelleri olduğu endişesini de beraberinde getiriyor.
Çin’in Yükselişinin Yarattığı Tedirginlik
ABD, batının Asya-Pasifik’teki müttefikleri Çin’in bu önlenemez yükselişini tedirginlikle izliyor. Esasında ABD bugün Çin’e yönelik strateji oluşturmada geç kalmışlığın sancılarını yaşıyor. Zira, 2010’dan evvel ağırlıklı olarak Ortadoğu ve Güney Doğu Asya’ya odaklanan ABD, Çin’in dünya sahnesinde artan oranda mevcudiyet göstermesini ve bu durumun kendi hegemonyasına tehdit teşkil edebilecek noktaya geldiğini geç idrak etti. ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’un 2011 yılında Foreign Affairs dergisinde yayınlanan “ABD’nin Pasifik Yüzyılı” başlıklı makalesi ABD’nin Çin ve Asya-Pasifik’e yönelik tutum değişikliğinde bir dönüm noktası sayılabilir.
Halihazırda, ABD ve Çin ilişkileri insan hakları, ekonomik rekabet, Tayvan, Hong Kong, Çin’in bölgesinde ve ötesinde siyasi ve askeri olarak etkinliğini artırması, Pekin’in Ukrayna savaşında Moskova’ya yakınlaşması gibi konular nedeniyle son derece gergin. Biden Yönetimi’nin Ekim 2022’de gecikmeli olarak yayınlanan Ulusal Güvenlik Stratejisi’nde Küresel Öncelikler ana başlığı altında Rusya’nın yanısıra Çin’e yer verilmekte, Rusya’nın gücünün sınırlandırılması, Çin’le rekabette üstün gelinmesi gerektiğine vurgu yapılmaktadır.
ABD Başkanı Joe Biden ile Çin Devlet Başkanı Şi Cinping’in 15-16 Kasım 2022 tarihlerinde Bali’de düzenlenen G-20 Zirvesi marjında ilk defa yüz yüze görüşmeleri ve diyalog kanallarının açık tutulması yönünde görüş birliğine varmaları olumlu bir gelişme olarak nitelendirildi. Ancak, tarafların Tayvan’a ilişkin gerginliği azaltacak adımlar atmak yerine mevcut politikalarını sürdürmeleri, Çin’in Ukrayna savaşında kullanılmak üzere Rusya’ya askeri destek vereceği yönündeki iddialar ve Çin istihbarat balonunun ABD hava sahasına izinsiz girişi ilişkilerin ilerlemesine engel teşkil ediyor. Nitekim “balon krizi” nedeniyle Bali Zirvesi’nde tarafların vardığı mutabakat çerçevesinde ABD Dışişleri Bakanı Athony Blinken’ın Şubat 2023’te Çin’e yapması öngörülen ziyaret ertelendi.
ABD’nin İttifak Arayışları
ABD Çin’in Rusya olmadığının, bu nedenle de müttefikleri olmadan Çin’e karşı üstünlük sağlayamayacağının farkında. ABD’nin bu doğrultuda üç boyutlu bir strateji izlediğini söylemek mümkündür. İlk olarak, ABD, ekonomik ve teknolojik üstünlüğünü koruyabilmek için hem Çin’e yönelik tedbirler alıyor hem de müttefikleri üzerinde baskı uygulamak suretiyle Çin’e bağımlı hale gelmemeleri için çaba sarfediyor. İkincisi, ABD, Asya-Pasifik’te AUKUS ve QUAD gibi ittifaklarla Çin’e yönelik askeri ve siyasi bir çevreleme politikası izliyor. Üçüncüsü, ABD, demokrasi ve insan hakları vurgusu yaparak, Çin’in İkinci Dünya Savaşı sonrasında oluşan uluslararası düzene tehdit teşkil ettiğini savunuyor ve kendisiyle hem-fikir olan ülkelerle ittifak kurmaya çalışıyor.
ABD ile Çin arasında bir süredir devam eden “yarı-iletkenler savaşı” ABD’nin yukarıda bahsekonu stratejisinin ekonomik-ticari ayağının en somut örneğidir. İki ülke arasındaki bu rekabet hem Asya-Pasifik’teki ülkeleri hem de Avrupa’yı etkiliyor. Esasında ABD açısından bakıldığında Tayvan meselesinin özünde de yarı-iletkenler pazarına hakim olmak isteyen Çin’in engellenmesi yatıyor. Zira, Tayvan komponentleri 10 nanometreden daha ufak olan yarı-iletkenlerin %92’sini üretiyor. ABD ise Ağustos 2022’de yürürlüğe giren yaklaşık 285 milyon ABD Doları değerindeki “CHIPS Yasası”yla yarı-iletkenler üretiminde dünyadaki eski konumuna geri dönmeyi amaçlıyor. ABD bu itibarla, Çin’in yarı iletkenler üretiminde kullanacağı ekipmanları ihraç eden ülkeler üzerinde baskı yapıyor. ABD aylardır Hollandalı ASML şirketinin Çin’le ticari ilişkilerini gözden geçirmesi amacıyla Hollanda devleti nezdinde yoğun girişimlerde bulunuyor.
Çin’i çevreleme politikasına bakılacak olursa, kurulan yeni ittifakların yanısıra 20 ve 21. yüzyılın en önemli ortak savunma paktı olan NATO’nun Çin’e yönelik bir tutum benimsemesi ABD’nin izlediği stratejinin başarılı olmaya başladığını gösteriyor. Nitekim, 28-30 Haziran 2022 tarihlerinde Madrid’de düzenlenen NATO Zirvesi’nde ittifak önümüzdeki 10 yılın yol haritası olarak nitelendirilebilecek Stratejik Konsept’te ilk defa Çin’e yer verildi. Metinde Rusya “en önemli ve doğrudan tehdit” olarak zikredilirken Çin için “tehdit unsuru” ifadesi kullanıldı.
Öte yandan, Pekin-Moskova ilişkilerinin Çinli yetkililerin son bir yıl içerisinde defaatle ifade ettikleri şekliyle “kaya kadar sağlam” olması, ayrıca her iki ülkenin çok kutupluluğu savunması da ABD ile müttefiklerini birbirlerine yakınlaştıran hususlar oldu. Biden yönetime demokrasi ve insan hakları vurgusu yaparak geldi. Aralık 2021’de Biden’ın başkanlığında bir Demokrasi Zirvesi düzenlendi. Rusya ve Çin’in davet edilmediği Zirve’de Biden “gücünü geliştirme, nüfuzunu dışarıya yayma ve baskıyı haklı gösterme arayışındaki otokrat yönetimler küresel özgürlüğü tehdit ediyor” diyerek isim vermeden Rusya ve Çin’i hedef aldı.
Buna ilaveten, Biden Yönetimi’nin Ulusal Güvenlik Stratejisi’nde “demokrasiler ve otokratik rejimler arasındaki rekabet” başlığı altında otoriter yönetimler ve revizyonist dış politikaları “en acil stratejik sınama” olarak değerlendiriliyor. Aynı paragrafta, dolaylı olarak Rusya ve Çin’in uluslararası barış ve istikrarı olumsuz etkilediği, saldırgan bir tutum içerisinde olduğu, teknoloji ve tedarik zincirlerini bir baskı aracı olarak kullandığı, başka ülkelerin demokratik siyasi süreçlerini baltaladığı yönünde ifadeler bulunuyor. Ayrıca, Biden Yönetimi Trump döneminde Çin’in Sincan Uygur Özerk Bölgesi’nde “soykırım” ve “insanlığa karşı suç işlediği”ne yönelik olarak ilk defa ifade edilen politikayı da sürdürüyor.
21. Yüzyılda Uluslararası Sistem Çin-ABD İlişkilerine Göre Şekillenecek
Öte yandan, Çin ile ABD arasındaki bu çok yönlü rekabet üçüncü ülkeleri ve özellikle de bölge ülkelerini huzursuz ediyor. Asya-Pasifik’teki küçük ülkeler Çin’le iyi ilişkiler yürütme zorunluluğunu hissederken ABD’yi de tam olarak karşılarına almak istemiyor.
Bir diğer husus ise, ABD de dahil birçok ülkenin Çin’le olan ekonomik ve ticari bağlarını Rusya’yla yaptığı gibi asgariye indirmesinin söz konusu olmaması. ABD ve müttefiklerinin Çin’le olan ilişkileri çok daha girift. Bu durum Çin’e yönelik izlenecek tutumda en büyük sınama olarak ortaya çıkıyor. Çin’in tedarik zincirlerindeki yavaşlama tüm dünya ekonomisini etkileyebiliyor. ABD sorumlu rekabet vurgusu yaparken, müttefiklerine baskı yapmaktan da imtina etmiyor. Çin ise, ABD’nin kendi gelişimini engellemeye çalıştığını savunurken özellikle haksız rekabeti önleyecek tedbirleri almıyor. En çok ABD tahviline sahip ülke olan Çin tahvil kozunu da her zaman elinde bulunduruyor.
Sonuç itibariyle nasıl 20. yüzyıl ABD ve Sovyetler Birliği arasındaki rekabet etrafında şekillendiyse, 21. yüzyılda uluslararası sistem Çin ve ABD arasındaki münasebetlere göre evrilecek. Fakat bu yüzyılın dinamikleri geçtiğimiz yüzyıldan çok daha farklı. İklim değişikliği, göç, yoksullukla mücadele gibi sınamalar iş birliği halinde ortak çaba gerektiren konular.
Bu nedenle birçok uzmanın iddia ettiği gibi yeni bir soğuk savaş yaşanmaması ve yeniden bir kamplaşma olmaması için tarihten ders çıkartılarak, Çin’in yükselişi karşısında başta ABD olmak üzere her ülkenin diplomasiye öncelik vermesi ve Pekin’le iş birliğini sürdürmesi hem yanlış anlaşılmalar ve olası sıcak çatışmaların yaşanmasına engel olmak hem de tüm dünyaya tehdit teşkil eden sorunların birlikte üstesinden gelmek açısından yararlı olacaktır.