NATO önemli bir konu. Özellikle Cumhurbaşkanımızın Finlandiya ve İsveç’in NATO’ya başvuruları üzerine yaptığı açıklamalarla ve Türkiye Cumhuriyeti’nin ağırlığını koymasıyla halkımızın da önemli bir gündem konusu haline geldi. Onun ötesinde, 18 Şubat 1952 tarihinde Türkiye’nin İttifak’a resmen katılımının 70. Yıldönümü olan 18 Şubat 2022’de Ankara’da SETA Vakfı’nın bir toplantısında yine bir panelde konuşmacı olarak katıldığım bir ortamda bu konu gündeme geldi ve tartışıldı.
NATO, 1952’den bu yana Türkiye’nin güvenliği konusunda önemli katkılar yapmış bir uluslararası örgüt konumunda. Bugün itibariyle dünyada hayatta kalan tek ve en güçlü askeri imkan kabiliyetlere sahip bir örgütten söz ediyoruz. Soğuk Savaşdöneminde1955 yılında Batı Almanya’nın NATO’ya katılmasına reaksiyon olarak Sovyetler Birliği’nin kurduğu Varşova Paktı’yla arasındaki mücadelesinde yine Türkiye’nin uluslararası güvenliği açısından önemli yer tutan bir örgüt konumunda oldu.
NATO’nun Türkiye’nin güvenliğine ve güvenlik yapılanmasına, kuvvet yapılanmasına, güvenlik organizasyonuna önemli katkıları oldu. Bunu en başta söylemekte fayda var. Her şeyin başında Türkiye’nin NATO’ya girmek istemesinin gerekçesi, Sovyetler Birliği’nin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan konjonktürde, 1925 yılında Türkiye Cumhuriyeti ile imzalamış olduğu ve her 5 yılda bir yenilenen dostluk ve iyi komşuluk ilişkileri geliştirmeye yönelik antlaşmanın artık yenilenmeyecek olduğunu Ankara’ya bildirmesi ve doğu illerimiz ile boğazlar üzerindeki taleplerinden duyulan derin endişe olmuştur.
Bu süreçte İngiltere ve Fransa gibi ülkelerin itirazları ve Amerika’nın çok da istekli bir yaklaşımda olmaması sebebiyle Türkiye ilk başvurusunda olumlu cevap almadı. Ancak, Kore Savaşı’nı takip eden süreçte Türkiye 1952 yılına NATO’ya katıldı. Bu süreçte özellikle Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği’nin ortaya koyduğu tehdidin caydırılmasında NATO üyesi olması Türkiye’nin güvenliğine katkı yapan bir durum olarak değerlendirilmiştir. Kuruluşundan itibaren Amerika Birleşik Devletleri’nin sahip olduğu nükleer silahlara dayalı bir strateji benimsemiş olduğu için ve gerektiğinde nükleer silah kullanabileceğini her platformda siyaseten dile getirmiş olduğu için, İttifak’ın nükleer caydırıcılığının ve nükleer şemsiyesinin altında Sovyetler Birliği’nin yarattığı tehditlere karşı bir güvence olarak NATO Türkiye’nin savunmasına ciddi katkı yapmıştır.
Bununla birlikte Türkiye’nin silah envanterinde önemli gelişmeler olmuştur. Bir kısmı satın alma yoluyla ama önemli bir kısmı da hibe yoluyla veya uzun vadeli kredilerle Türk Silahlı Kuvvetleri’nin askeri imkan ve kabiliyetlerinin geliştirilmesi, yenilenmesi söz konusu olmuştur. Türk Genelkurmay’ının ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nin organizasyon şemasında modern bir yapıya kavuşması ve diğer müttefiklerle birlikte ortak harekat geliştirme ve ortak anlayış geliştirme açısından da yine NATO’nun katkıları olmuştur. Bütün bunlar NATO üyeliğinin Türkiye’ye getirdiği önemli katkılardır. Bir de tabi her zaman için şunu hatırlamakta fayda var; NATO veya bir başka birliktelik, ki bu ikili düzeyde olabilir, üçlü düzeyde olabilir, bölgesel olabilir, eğer bir ülkeye bir başka ülkenin katkısı, artı değeri, imkan kabiliyetleri güvenliğine daha fazla katkı yapabiliyorsa ve kendisinin, ayırması gereken ekonomik-mali imkanlarını ve diğer harcamalarını azaltma şansı varsa, ittifaklarda fayda görülür.
Ama mesele şu; özellikle NATO söz konusu olduğunda yazılarımda, konferanslarımda, derslerimde muhakkak vurguladığım husus; evet NATO Türkiye’nin güvenliğine katkı yapmıştır, artı değerler getirmiştir ama Türkiye’nin NATO’ya ve NATO müttefiklerine yapmış olduğu katkılara karşın, NATO’nun üyesi olmasından kaynaklanan sorumluluklarından dolayı ortaya çıkan bazı gelişmeler, Türkiye’nin güvenliğine, bırakın katkı yapmayı, önemli sıkıntılar yaratmış ve belki zararları da olmuştur. Bunları da ortaya koymakta fayda var ki, özellikle 2010 yılı itibariyle Lizbon zirvesinde gündeme gelen Amerika Birleşik Devletleri’nin geliştirdiği hava savunma sistemlerini “Füze Kalkanı” olarak NATO’nun hava savunma sistemine dönüştürmesi kararı alınması sürecinde ortaya çıkan tartışmalar ve takip eden yıllarda başta Fransa, Belçika gibi Batı Avrupalı ülkeler ve eski Varşova Paktı ülkelerinden, örneğin Çek Cumhuriyeti’nden gelen bazı eleştiriler, ve bu minvalde, Türkiye’nin NATO’ya bir katkısı olmadığı, Türkiye’nin NATO’da yeri olmaması gerektiği, Türkiye’nin NATO’dan çıkartılması gerektiği gibi ifadeler ortaya çıktıkça gerçekten Türkiye’nin NATO için neler yaptığını ve buna karşılık ne aldığını, ya da ne kadar karşılığını alamadığını bilen bir kişi olarak bu konularda gündeme katkı yapmaya çalıştım.
NATO kuruluşundan itibaren Batılı yaşam tarzını korumaya yönelik bir örgüt olmuştur. Batılı yaşam tarzı dediğimiz zaman bireysel özgürlükler, demokratik rejimler ve açık pazar ekonomisi, yani Batı Avrupa ve Kuzey Amerika bölgesinde o dönemde var olan daha da geliştirilmesi istenen Batılı yaşam tarzına sosyalizmin kalesi olan Sovyetler Birliği’nin orta Avrupa ve doğusunda kurmuş olduğu hegemonya sayesinde daha da batıya doğru gelişmesini engellemek ve Batılı yaşam tarzını korumak üzere kurulmuştur. Daha gerilere gitmek ve bunun Amerika açısından önemini anlatmak mümkün olabilir. Batılı yaşam tarzı söz konusu olduğu için Türkiye’nin ilk başvurusunda Türkiye’ye söylenen şunlar olmuştur: “Türkiye Batılı bir ülke değildir, Batı Avrupa coğrafyasında değildir, demokratik bir rejime sahip değildir.” 1949 yılından söz ediyoruz. “Ekonomisi Batı Avrupa’ya entegre olabilecek, açık pazar ekonomisine entegre olabilecek bir yapıda değildir. Dolayısıyla Türkiye’nin NATO’da yeri yoktur” şeklinde bir yaklaşım olmuştur ve başvurusu reddedilmiştir. Daha sonra özellikle Sovyetler Birliği’nin yayılmacı amaçlarının ABD’nin Moskova’daki Büyükelçiliği’nde görevli uzmanlar tarafından özellikle George Kennan tarafından yazılan raporlarda ortaya çıkması sıcak denizlere, Orta Doğu’ya, Hint Okyanusu’na inme çabaları ve bu yöndeki stratejisi öngörüldüğü için ve Türkiye’nin coğrafi konumu sebebiyle, Yunanistan’la birlikte, NATO’ya katılması yönünde Amerika ağırlığını koyunca Kore Savaşı da bir bakıma bahane olmuş ve Türkiye’nin askeri birlik göndermesiyle askeri yönden de Batılı değerlere ne kadar bağlı olacağı ne kadar katkı yapabileceği ortaya çıkınca da NATO’ya alınmıştır.
Ancak, Batılı müttefiklerin kafasında bir bakıma süreç orada kalmıştır. Çünkü, özellikle yetmişli yıllardan itibaren Batı ile Doğu Bloklarının ilişkilerinde “detant” olarak tanımlanan yumuşama veya ilişkilerin gerginliğin azaldığı dönemde Batı adına Türkiye’nin o derece önem arz etmediği şeklinde bir algının oluşmasıyla birlikte Ankara’ya hep şu söylenmiştir: “Orta Doğulu komşularınla sakın sorun yaşama, biz Türkiye’yi Sovyetler Birliği’ne karşı koruruz, Varşova Paktı’na karşı koruruz ama Orta Doğu’dan kaynaklanan sorunlarda Suriye ile, Irak ile sorun yaşarsan yanına gelmeyiz ve eğer senin yanına gelirsek Sovyetler Birliği’nin müttefiki konumunda olan Irak ve Suriye bu dönemdeki rejimler itibariyle tabii ki aynen bugün Suriye’de Rusya olduğu gibi o zaman Sovyetler Birliği onların yanına gider bu bir Türkiye Suriye ya da Türkiye Irak sorunu olmaktan çıkar NATO-Varşova Paktı sorunu olur. Kaldı ki oradan da belki Amerika-Sovyetler Birliği arasında nükleer bir çatışmaya kadar götürebilecek bir sorun olur. Dolayısıyla sen Orta Doğu’yu unut, bütün dikkatini, bütün imkan ve kabiliyetlerini büyük oranda Sovyetler Birliği sınırına doğru yığ, üzerine Sovyet tehdidini çek, Batı üzerindeki tehdidi azalt, biz de seni Sovyetlere karşı koruyalım, bunun ötesinde Orta Doğu bizim için alan dışı bölgedir ve bir Suriye’yle çatışmada ya da Irak’la çatışmada bizi yanında göremezsin.”
Bu mesaj Türkiye’ye tabii ki resmi ortamda verilmesi mümkün değildir. Bu mesaj sürekli olarak Türkiye’nin Batı ülkelerindeki temsilcileri vasıtasıyla veya bakanlar ya da devlet başkanları, hükümet başkanları düzeyinde yapılan toplantılar sırasında ancak, gayri resmi platformlarda, gayri resmi şekilde sözlü olarak ifade edilmiştir. Bizim o dönem yöneticilerimiz de bunu bir şekilde belli ki kabullenmişler. Çünkü, sürece bakıldığında, yetmişli seksenli yıllar boyunca Türkiye’nin 915 kilometrelik Suriye sınırı boyunca hafif donanımlı ve az sayıda askeri birliğinin olduğu, Irak sınırı zaten dağlık bir bölge ve asker konuşlandırılmasının zor olduğu da dikkate alındığında, Türkiye’nin imkan kabiliyetlerinin, kuvvet konuşlandırılmasının önemli bir kısmı ülkenin kuzeydoğusunda, yani Sovyetler Birliği’ne yakın coğrafyaya doğru yapıldığı görülmektedir. Bu durumda Suriye ve Irak’ın özellikle PKK terör örgütüne verdikleri kapsamlı destekleri kesmelerini sağlayacak şekilde caydırılmaları, bu iki ülkeye yönelik yeterli askeri güç konuşlandırılması yapılmadığında, mümkün olmamıştır. Suriye ile Irak ile, özellikle sınır aşan sular Dicle-Fırat nehirlerine kıyıdaş olan, Türkiye’nin, Irak’ın ve Suriye’nin eş zamanlı olarak bu suları kullanma projeleri, barajlar sulama projeleri gelişmeleriyle suyun üzerindeki baskının ve talebin artması bunun geleceğe yönelik çeşitli çatışma senaryolarının duyurmasıyla birlikte Türkiye, Suriye ve Irak ilişkilerinde gerginleşme başladığı dönemde Batılı müttefiklerimiz bize yukarıdaki ifadeleri söylemişlerdi.
Hatırlayalım; öncelikle Ermeni terör örgütü ASALA’nın diplomatlarımıza ve Dışişleri Bakanlığı çalışanlarımıza; dış misyonlarımızdaki çalışanlarımıza yönelik suikastları, saldırıları, cinayetlerinin arkasında Şam yönetiminin olduğu o dönemde bilinmektedir. Daha sonra 1984 itibariyle ortaya çıkan PKK teröründe de en büyük desteği veren ülkelerin başında yine Suriye’nin Şam yönetiminin olduğu bilinmektedir. Türkiye bu konuda hiçbir şüpheye mahal bırakmayacak şekilde terör örgütü başının Şam’da yaşadığı evin elektrik faturasına kadar bilgileri muhataplarının karşısına koydukları ortamlarda dahi, mesela en üst düzeyde rahmetli Demirel’in Hafız Esad’la olan görüşmesinde mavi kaplı dosyayı önüne koyduğunda dahi, Esad “ben Apo diye birini tanımıyorum” deyip işin içinden sıyrılabilmişlerdir. Çünkü, Türkiye’ye 1990’ların ortalarına kadar Suriye’ye karşı “PKK’ya destek vermeyin, terörist başını burada barındırmayın” şeklinde yapmış olduğu uyarıların arkasına, zorlayıcı askeri güç koyma imkanına sahip olmamıştır. 1970’li, 1980’li yıllar boyunca, doksanların ortalarına kadar olan süreçte Suriye sınır ötesine baktığı zaman Şam’dan yukarı Türkiye’nin sınırdan içeri bölgesine baktığı zaman “Türkiye’nin dediğini yapmazsam Türkiye bana ne yapabilir, asker yok o zaman bir şey yapamaz, ben bildiğim şekilde Türkiye’ye zarar veren PKK’ya olan desteğimi devam ettiririm” şeklinde tanımlayabileceğimiz bir politika benimsemiştir.
Bu şartlar 1990’lı yıllarda öncelikle Doğu Bloku’nun dağılması, Varşova Paktı’nın dağılması, Sovyetler Birliği’nin dağılması ve aynı döneme denk gelen Avrupa Konvansiyonel Kuvvetler Antlaşması’nın (AKKA) 1990’da imzalanması, Irak’ın Kuveyt’i işgaliyle başlayan süreç, Türk- İsrail ilişkilerindeki askeri-stratejik seviyedeki hızlı gelişmeler gibi sebeplerle öncelikle Türkiye’nin Sovyetler Birliği sınırına yığmış olduğu askerlerin önemli bir kısmını güneydoğu bölgesine kaydırmış, Bulgaristan sınırdan önemli miktarda asker güneydoğuya kaymış, Avrupa Konvansiyonel Kuvvetler Antlaşması’nın sağladığı imkanla Türkiye’nin doğusu ile güneydoğusu 5 kategorideki önemli silah indiriminin dışında tutulmuş ve Türkiye’nin ortadan kaldırmak zorunda olduğu silahları ülkenin batısından bu bölgeye aktarması ile ve bazı ülkelerin örneğin Almanya’nın Leopard tankları gibi silah sistemlerini yok etmek yerine Türkiye’ye vermeleriyle bir bakıma 1970-80’li ve 90’lı yılların ilk yarısına kadar 30-35 bin kadar hafif donanımlı askeri birliklerin bulunduğu güneydoğu sınırları boyunca olan durum büyük oranda değişmiş, bunun neredeyse 10 katı askeri birlik ve kuvvet gerekirse Suriye’ye yönelik harekat yapabilecek bir kapasiteye eriştiği zaman 1 Ekim 1998 itibariyle yine Demirel’in Büyük Millet Meclis’i kürsüsünden Suriye’ye verdiği notayla süreç tersine değişmiştir.
Şimdi, bütün bunları neden söyledim? Türkiye NATO’nun bir üyesi olarak, NATO üyesi olmanın getirdiği sorumlulukları nerdeyse bütün barış operasyonlarına katkı yapmak olsun veya herhangi bir kriz önleme çalışmasına katkı yapmak olsun ya da strateji konsept gelişmeleri olsun, her aşamada askeri düzeyde ve bürokratik düzeyde katkısını yapmış ve Sovyetler Birliği’nin tepkisini kendi üzerine çekerek Batı Avrupa üzerindeki konvansiyonel baskının azalmasına katkı yapmıştır. Buna karşılık terör sebebiyle 40 bin insanımızı kaybettiğimiz her zaman yazılmıştır. Tabi bunun yanında azımsanamayacak milli gelirden de büyük kayıplar yaşanmış, terörle mücadelenin ne kadar büyük kaynak gerektirdiğini ve oraya yapılamayan yatırımları veya yapılan yatırımların sonuçlarının alınamaması sebebiyle çok büyük zararlara uğramış ama burada NATO ülkeleri Ortadoğu’dan kaynaklanan tehdidi biz ortaya koyduğumuz zaman söyledikleri şu olmuştur, “sakın PKK tehdidini masaya getirmeyin, bu konuda bir konsensüse varılması mümkün değildir, bu dışarıdan yapılan silahlı bir saldırı olarak değerlendirilemez, yani NATO’yu oluşturan Washington Anlaşması’nın 5. maddesindeki ve 6. maddede belirlenen sınırlar dışında yapılan birine yapılan saldırı herkese yapılmış olarak kabul edilen bu anlayış burada geçerli olmaz. Bu sizin askeri araç yöntemlerle çözebileceğiniz bir sorun değildir, siyasi bir konudur, sosyolojik bir konudur, ekonomik ve demokratik bir konudur, demokrasi sorunudur, bu şekilde bunu çözün” diyerek Türkiye’ye daha ziyade nasihat vermişler ama Türkiye’nin tabi olduğu terörle mücadelede NATO ülkelerini biz yanımızda bulamamışızdır.
Dolayısıyla şimdi bize kalkıp da Türkiye NATO için ne yaptı veya Türkiye’nin NATO’da yeri yok diyenlere bunları muhakkak hatırlatmak gerekir. Bugün itibariyle Türkiye NATO’nun 30 üyesinden biri. Her bir üye gibi, büyük ya da küçük fark etmez, her birinin veto hakkı var ve konsensüs olmadığı taktirde NATO’da bir karar alınamadığını biliyoruz. Herhangi bir ülkenin bir konuya karşı duruşu diğer bütün ülkelerin bu konudaki atacağı adımları engelleyebilecek durumda. Zaten NATO içinde o zaman 16 ülke varken 1990’ların başına kadar olan süreçte, o zamanlar şöyle denirdi, “bir on beşten büyüktür” denirdi, yani 16 ülke varken 1 ülke diğer 15 ülkenin kararına karşı durabilir ve o kararı engelleyebilirdi. Bugün de “1, 29’dan büyüktür” denilebilir. Dolayısıyla, Türkiye’nin herhangi bir konuda ya da herhangi bir ülkenin herhangi bir konuda kendi milli menfaatlerine karşı gelişme olacağını öngörmesi durumunda bir onay vermediği taktirde NATO içinde karar alınamaz.
Bugün İsveç ve Finlandiya’nın katılmasıyla ilgili konuda Türkiye’nin tavrı Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından “terör gruplarına destek veren ülkeleri ben müttefik olarak göremem yaklaşımı” ile Türkiye ortaya konulmuştur. Geçmişte bu yapılmadığı veya yapılamadığı için, konjonktür olarak o dönemdeki siyasiler bu konuda belki gerekli önemi vermemiş olabilirler, gerekli görmemiş olabilirler veya da gerekli cesareti göstermemiş olabilirler. Türkiye’ye eğer “Ortadoğu bizim için alan dışıdır, biz senin Ortadoğu’lu komşularınla yaşayabileceğin sorunlarında senin yanına gelemeyiz” dendiği taktirde, “bu ne demektir, ben bunu kabul etmiyorum, siz böyle davranıyorsanız ben de diğer konularda bunları kabul
Etmiyorum” şeklinde bir tavır ortaya konulabilirdi ve belki o zaman bu rahatlıkla Batı Avrupa ülkeleridavranamayabilirdi.Oyüzdenbugünküdurumubirazdabuaçıdangörerekanlamaklazım.
Eğer müttefiksen müttefik gibi davranmalısın. Müttefik demek, özellikle NATO içindeki yapılanma ve NATO’nun misyonu çerçevesinde silahlı bir örgütten söz ediyorsak, sadece iyi ilişkiler kurmak, diplomasi veya bir takım sosyal, kültürel faaliyetlerde bulunmak değildir. Gerektiği taktirde insan hayatına mal olabilecek büyük oranda ciddi, fiziksel yıkıma mal olabilecek, çatışmaya girebilecek bir örgütten söz ediyoruz. Yani insan hayatından daha değerli bir şey var mı? Siz gerektiğinde bir NATO misyonu göndereceğiniz insanlar başka bir ülkenin çıkarı veya güvenliği açısından hayatını kaybedebilir. Eğer böyle bir müttefikten söz ediyorsak o zaman bir anlamda kan kardeşliği gibi olması lazım. Yani nasıl olur da bir ülke, hem bir ülkeye müttefikim diyecek, ondan gerektiğinde askeri ve diğer boyutlarda yardım bekleyecek, kendi güvenliğine katkı bekleyecek ama diğer yandan da o ülkeye zarar veren terör örgütlerine siyasi destek verecek, diğer lojistik imkanlar ya da maddi manevi imkanlarla gelişmesine veya kendisini olduğu gibi tanıtmasına veya saldırılarını gerçekleştirmesine, insan kaynağını arttırmasına katkıda bulunacak? Bunu tabii ki akıl ve mantık kabul etmez ve Türkiye’de bu konudaki tavrını net ortaya koymuştur.
Sanki şöyle bir ortam yaratılıyor, yani sanki bugüne kadar her şey güllük gülistanlık, NATO’da herkes her konuda hemfikir olmuş, her konuda eller kalkmış, herkes konsensüs ile kararlar almış da ilk defa Türkiye bir konuda tırnak içinde “mızıkçılık” yapıyor gibi bir durum var. Böyle bir durum yok. Bu konuları hem askeri cenahla, hem bürokrasiyle, hem diplomasiyle tabi ki akademik ortamda yakın iş birliği içinde güven duyarak, karşılıklı güven duygusu içinde birçok ortamda gördüğüm, bildiğim ve dinlediğim için, tabi bir kısmınımümkündeğilneyazabiliriznekonuşabilirizamaobilgilerinışığındaşunusöyleyebilirimki,birçokkezbirçok konuda birçok ülke tavır koymuştur ama şöyle bir şey olmuştur, o tavrın açığa çıkmasına gerek kalmaksızın süreç geri çekilmiştir. Yani NATO içinde bir çatlak ya da NATO içinde bir anlaşmazlık görüntüsü vermeden o konuda taraflar gizli diplomasiyle veya daha kapalı kapılar ardında bizim bu konuya olumlu yaklaşımımız yok bunu getirmeyin, aynen bize söyledikleri gibi yani PKK’ya karşı biz sizinle omuz omuza savaşamayız bunu getirmeyin dediklerinde biz nasıl geri çekmişsek bazı ülkelerde başka konularda taleplerini geri çekmişlerdir. Ama bazıları inat etmişlerdir, örneğin Yunanistan biliyorsunuz Makedonya’nın ismini tanımadı, önce Avrupa Birliği’ne girmesi konusunda, NATO’yagirmesikonusundayıllarcaayakdirediveensonKuzeyMakedonyaismiileNATO’yakatılmasını,10yıl12yılmıtamhatırlamıyorumnekadarsürdüğünü,onayverdi.Yunanistan,KuzeyMakedonyakonusunda direttiği zaman biri de çıkıp ya bu Yunanistan’ın NATO’da yeri yok, NATO’yu engelliyor, Kuzey Makedonya’nın NATO’ya girmesine karşı duruyor bunları NATO’dan çıkaralım dedi mi? Hayır.
NATO’nun 2010 Lizbon zirvesinde Türkiye kesinlikle ama kesinlikle Füze Kalkan’ını oluşturmasına karşı bir durumda değildi. Hatta tam tersi Füze Kalkanı’nın en önemli unsurlarından bir tanesi yeşil bant radar dediğimiz radar sistemi Malatya Kürecik’te. O Kürecik’teki radar sistemi olmadan Füze Kalkanı hiçbir işe yaramaz ve radar istasyonu kuruluşu çok önceden başlamış ve Türkiye Füze Kalkanı’na olan katkısını bütün davranışlarıyla ortaya koymuş ama Türkiye’nin karşı durduğu konu Fransa’nın NATO zirvesi sonucunda yayınlanacak bildiriye İran’ın adını vererek İran’a karşı füze sisteminin kurulduğunu açıkça vurgulanmasını istemesiydi. Türkiye demiştir ki, İran ismini vermeye gerek yok. Bu mantıklı bir gerekçedir çünkü NATO’yu oluşturan
Washington anlaşmasının herhangi bir maddesinde Sovyetler Birliği’nin adı dahi geçmez. 6. maddesinde belli bir coğrafya belirlenir, o bölgeye dışarıdan yapılan bir saldırı tehdidi tanımlanır, Sovyetler Birliği’nden gelen bir saldırı denmez yani bir ülke ismi, düşman ülke ismi verilmez. Dolayısıyla İran’dan füze tehdidi olsa bile İran adının verilmesi gerekmez. Herhangi bir ülkeden yapılabilecek füze saldırısını tehdit olarak tanımlamak yeterlidir. Öte yandan, eğer oraya İran adını konulursa, İran’ın eline koz verilmiş olur. İran, “NATO bana karşı hava savunma sistemi kuruyor, ben de çıkarlarımı korumak adına şunu yapmak zorundayım” der. Bu durumda İran’ı destekleyen ülkelerin ve İran’ın eline koz verilmiş olur. Türkiye bunun bu şekilde açıkça ifade edilmesine karşı çıktığı için sanki Türkiye Füze Kalkanı’na karşı çıkıyormuş gibi Belçika gazetelerinde, Hollanda gazetelerinde, Fransız gazetelerinde, birçok dergide yazılar çıktı. Sonra bir anladılar ki öyle bir durum yokmuş.
İşte burada da durum aynı. Türkiye’nin, Finlandiya ve İsveç için NATO’ya üyeliği konusunda karşıtlığı yok şu an itibariyle. Yani kategorik olarak “ ne yaparsa yapsın, ben bu ülkeleri istemiyorum gibi bir tutumu yok. Türkiye’nin tutumu “eğer İsveç ve Finlandiya bizim yeni müttefikimiz olacaksa müttefiklik anlayışı üzerinden ilişkilerimizin gelişmesi lazım, bu ilişkilerin içinde de terör örgütüne ve Türkiye’ye direkt zarar veren terör örgütüne doğrudan veya dolaylı katkı yapan ülkelerle biz müttefik olamayız, bu durumları düzeltsinler ondan sonra bunu düşünürüz” şeklinde bir tutumu var. Bunda da anlaşılmayacak bir tarafı olduğunu zannetmiyorum. Tabi, bunun müzakerelerinin, yöntemleri daha önce diplomasi yapılabilirdi veya şok terapi dediğimiz bu şekilde bir anda gündeme getirerek dünyayı sarsan bir şekilde yapılması mı doğru o ayrı bir konu, o usulle, şekille alakalı ama içerik açısından Türkiye’nin milli birliğine, bütünlüğüne, güvenliğine açık tehdit oluşturan terör örgütlerine her türlü desteği veren ülkeyle müttefik ilişkisi içinde olması mümkün değil. Denilebilir ki şu an NATO’da olanlar PKK terör örgütüne ve onun PYD/YPG gibi uzantılarına karşı mı duruyor, işin o kısmı geride kalmış. Onlara bir tavır koymamız ve sizi çıkartırım demeniz mümkün değil ama yeni gelecek olan ülkeye tavır koymak ve onlar üzerinden diğer ülkelere de müttefiklik kavramı üzerinden mesaj göndermek bence anlaşılmayacak bir durum değil.
Şunu düşünmek gerek yani NATO’dan çıktığımız zaman emin olun kapıda ilk bekleyen ülke onların tanımlamalarıyla Kıbrıs, bizim tanımlamamızla Güney Kıbrıs Rum Yönetimi. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi Avrupa Birliği’ne girdiği gibi aynı şekilde NATO’ya hemen en kısa sürede bütün prosedürleri hızlı bir şekilde tamamlayıp derhal üye olur ve hiç kimse NATO’da aman Türkiye gitti diye arkamızdan ağıt yakmaz. Kıbrıs’ın bütününü temsil ettiğini iddia eden bir Rum Yönetimi de NATO’nun güvencelerinin altında bize karşı çok daha efelenme yoluna da gidebilir. O yüzden Türkiye’nin NATO’dan çıkması konusunda, NATO’ya kızmak yerine NATO’yu bizim çıkarlarımız doğrultusunda şekillendirmek ve 2030 konseptinin ya gelişimine katılmak lazım. Çünkü Türkiye’nin onay vermediği bir konsept kabul edilemez. Dünyanın en güçlü askeri birliğinde veto yetkisi olan ülke konumunda iken, bu konumunuzu siz kullanamıyorsanız karşımızdakilerin size karşı kullanılmasına da geçmişte olduğu gibi yeterli direnç gösteremiyorsanız, burada hatayı biraz da hatayı kendimizden aramamız lazım.