Dış Politika Analisti ve Eski Diplomat
63 yıllık inişli-çıkışlı Türkiye-AB ilişkilerini birkaç sayfaya sığdırmak mümkün değil. Bu yazının amacı süreçteki bazı mihenk taşlarına dikkat çekerek, neden bu noktaya gelindiğine ve bundan sonra neler olabileceğine değinmektir. “Bir ilişki nasıl başlarsa, öyle devam eder” sözünün Türkiye-AB ilişkileri için de geçerli olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Başından itibaren “sancılı” olarak nitelendirilebilecek ilişkiler Türkiye’nin onlarca yıldır tam üyelik sürecinden vazgeçmemesi nedeniyle yavaş da olsa ilerleme kaydetti. Son yıllarda ilişkiler durma noktasına geldi, ancak kopmadı.
Tarihi Perspektif:
Türkiye İkinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa-Atlantik kurumlarına süratli bir şekilde entegre olma yolunu seçti. Bu çerçevede, Türkiye 1949 yılında Avrupa Konseyi’ne, 1952 yılında NATO’ya üye oldu. Avrupa’ya barış getirmek amacıyla tasarlanan ve 1958 yılında fiiliyata dökülen Avrupa Ekonomik Topluluğu’na (AET) Türkiye kuruluşundan bir yıl sonra, 1959 tarihinde ortaklık başvurusunda bulundu.
Türkiye’nin başvurusu kabul edildi ve Türkiye ile AB arasındaki kurumsal ilişkileri düzenleyen ve hukuki temelini oluşturan Ankara Anlaşması 1963 yılında imzalanarak 1964’te yürürlüğe girdi. Anlaşmada özetle, Türkiye’nin AET’ye üye olması için geçmesi gereken aşamalar üç safha halinde sıralanıyordu: “Hazırlık Dönemi”, “Geçiş Dönemi” ve “Son Dönem”
Hazırlık Dönemi iki tarafın kurumsal altyapısının oluşturulmasına imkân sağladı. Böylece, Ortaklık Konseyi ihdas edilmiş oldu. 1970 yılında imzalanan ve 1973 yılında yürürlüğe giren Katma Protokol ile Ankara Anlaşması kapsamında ikinci safha olan Geçiş Dönemi’ne girildi. Bu sürecin nihai hedefi Türkiye’yi Gümrük Birliği’nin bir parçası haline getirilmekti. İkinci safhada hayata geçirilmesi öngörülen bir diğer önemli husus da Türk vatandaşlarının seyahat serbestisi çerçevesinde vizesiz bir şekilde AET üyesi ülkelerine seyahat etmelerini mümkün kılacak düzenlemeler idi.
Türkiye’de siyasi çalkantılar ve Türkiye’nin 1970’lı yıllarda ithal ikamesi sistemini benimsemesi nedeniyle ilişkiler inişli çıkışlı bir süreç yaşadı. Türkiye, 1987 yılında Geçiş Süreci’nde öngörülen takvimden önce AET’ye üyelik başvurusunda bulundu. AET kendi iç entegrasyon sürecinin sürdüğü ve Türkiye’nin de henüz tüm koşulları yerine getirmemesi nedeniyle üyeliğin ileriki bir safhada ele alınması yönünde bir karar aldı. Türkiye 1996 yılında Ankara Anlaşması çerçevesinde Gümrük Birliği’ne dâhil oldu. Böylelikle ortaklık ilişkisindeki üçüncü safha olan “Son Dönem”e geçildi.
Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) Faktörü
GKRY 1990 yılında adanın tek temsilcisi olarak Topluluğa üyelik başvurusunda bulundu. Kıbrıs Türk tarafının sözkonusu başvurunun uluslararası hukuka aykırı olduğu yönündeki tüm itirazlarına rağmen 1997 yılındaki Lüksemburg Zirvesi’nde “Kıbrıs Cumhuriyeti” ile tam üyelik müzakerelerine başlanması kararı alındı. 1998 yılında başlayan üyelik müzakereleri, 1 Mayıs 2004 yılında GKRY’nin AB’ye tam üyeliğiyle sonuçlandı.
Burada kritik bir konuyu hatırlatmakta fayda vardır; AB Komisyonu GKRY’nin üyeliğine ilişkin 1993 tarihli görüşünde; Kıbrıs sorununa ilişkin olarak bir gelişme olmaması halinde, 1996 yılında adadaki her iki tarafın da tutumları gözönünde bulundurularak, “Kıbrıs”ın AB üyeliği hakkında yeniden bir değerlendirme yapılması hususu yer almaktadır. Bu değerlendirme hiçbir zaman yapılmadı.
Bugüne kadar GKRY ve Yunanistan, Türkiye’nin AB üyelik sürecinin kritik safhalarını baltalamaktan geri durmamış ve blok içerisinde Türkiye karşıtlığını sürekli körükleye gelmiş, veto haklarını daimi bir koz olarak kullanmışlardır.
Adaylık Statüsü ve 17 Aralık 2004 Zirvesi
1999 Helsinki Zirvesi’nde Türkiye’nin adaylık statüsü resmi olarak onaylandı. Bilahare, Katılım Ortaklığı Belgesi 2001 yılında AB Konseyi tarafından kabul edildi, aynı yıl Türkiye sözkonusu belgede yer alan hususların yerine getirilmesi amacıyla hazırlanan Ulusal Programı Avrupa Komisyonu’na iletti. Türkiye’de hükümetin de ağırlığını koymasıyla ve AB üyelik sürecine öncelik vermesiyle tüm kurumlar yoğun bir şekilde Ulusal Program çerçevesinde çalışmalara başladı. Peş peşe reform paketleri geçirildi. Aynı zamanda düzenlenen ulusal kampanyalar sayesinde toplum bilinçlendirildi.
17 Aralık 2004 Brüksel Zirvesi her açıdan Türkiye-AB ilişkileri için bir dönüm noktasıydı. AB Türkiye’nin siyasi kriterleri yeterli ölçüde yerine getirdiğine kanaat getirerek, tam üyelik müzakerelerinin başlaması kararını aldı. Karar AB içerisine uzun süren tartışmaların neticesinde alındı. Türkiye’nin AB’ye üye olmasını savunan ülkeler kadar Türkiye’nin üyeliğine karşı çıkan ülkeler de azımsanmayacak kadar çoktu.
Söz konusu Zirve’yi dünyanın dört bir yanından medya kuruluşları izledi ve Türkiye’nin AB’yle katılım müzakerelerine başlaması tarihi bir karar olarak nitelendirildi. Özellikle Orta Doğu coğrafyasından gelen basın dikkat çekiciydi. AB “Hristiyan Kulübü” imajını yıkmayı başarmış, bir “değerler topluluğu” olduğunu ve bu değerlere sahip çıkan herkese kapısının açık olduğunu göstermişti.
Zirve Türkiye’de de büyük ilgiyle takip edildi. O dönemde Türkiye’de AB’ye destek %70’lerin üzerindeydi. Halkta Türkiye’nin AB üyelik kriterlerini yerine getirmesi halinde AB’ye tam üye olacağına yönelik bir inanç vardı.
Ek Protokol Detayı
17 Aralık Zirvesi’nde krizin eşiğinden dönüldü. AB, Türkiye’nin Gümrük Birliği’ni 1 Mayıs 2004’te AB’ye üye olan ve aralarında GKRY’nin de bulunduğu ülkelere de teşmil edecek Ek Protokolü imzalamasını istedi. Dönemin Başbakanı Erdoğan “masayı terk ederiz” diyerek konunun bir “oldu bittiye” getirilmesine karşı çıktı. Kriz dönemin Devlet Bakanı Beşir Atalay’ın Ek Protokol’ün bilahare imzalanacağı yönündeki yazılı taahhüdüyle aşıldı.
Türkiye açısından kritik iki konu vardı. Birincisi, Ek Protokol’ün imzalanmasıyla “Kıbrıs Cumhuriyeti”nin tanınması, ikincisi ise Gümrük Birliği çerçevesinde Türkiye’nin limanlarını GKRY’ye açıp açmayacağıydı. Türkiye, Birleşik Krallık Dönem Başkanlığı sırasında Ek Protokolü imzaladı, ancak bir de “Kıbrıs Cumhuriyeti”ni tanımadığı ve limanlarını Rum gemi ve uçaklarına açmayacağına ilişkin Deklarasyon yayınladı. Türkiye’nin bu hamlesi GKRY, Yunanistan, Avusturya ve Fransa tarafından ciddi tepkiyle karşılandı. GKRY’nin metindeki hususlarda bir türlü tatmin olmaması nedeniyle, AB yaklaşık iki ay sonra karşı beyan yayınlayabildi. Beyanda Türkiye’nin Ek Protokolü uygulamamasının müzakereleri olumsuz etkileyeceği konunun 2006 yılında yeniden ele alınacağı belirtiliyordu. Nitekim öyle de oldu.
Öte yandan, Avrupa Parlamentosu da 28 Eylül 2005 tarihli oturumunda çok sert bir karar alarak Türkiye-AB ilişkilerinin daha da gerilmesine neden oldu. Kararda Türkiye’nin “Kıbrıs Cumhuriyeti”ni tanıması ve limanlarını Rum gemi de uçaklarına açması gerekliliğine vurgunun yanısıra, 1915 Olayları ile TSK’nın Kıbrıs’taki varlığını müzakere süreciyle ilişkilendirilmiş olması Ankara’nın büyük tepkisine yol açtı.
Üyelik Müzakerelerinin Başlaması
Son derece gergin bir havaya rağmen, Avusturya’nın Dönem Başkanlığı sırasında 3 Ekim 2005 tarihinde Lüksemburg’da düzenlenen Hükümetlerarası Konferans (HAK) çerçevesinde Türkiye AB’yle resmen müzakerelere başladı. Aynı gün müzakerelerin modalitelerini belirleyen Müzakere Çerçeve Belgesi (MÇB) kabul edildi. Toplantının öğleden sonra olması planlandı ancak, dönemin Dışişleri Bakanı Abdullah Gül ve beraberindeki heyeti taşıyacak olan uçak, üye ülkeler arasında yine Ek Protokol tartışmaları ve GKRY’nin belirli hususların MÇB’ye derecelendirilmesi konusunda ısrarı nedeniyle zamanında kalkamadı. Dışişleri Bakanı Gül’e bir gazeteci ordusu eşlik ediyordu. Türkiye için yine tarihi bir gün olacaktı. Saatler sonra bazı pürüzler aşıldı ve Lüksemburg’a gidilmesi kararı alındı. Heyet Lüksemburg’a vardığında gece olmuştu. HAK düzenlendi. Taraflar yorgun ve gergindi. Görüşmeler sonrasında heyet otele vardığında gece yarısını geçmişti ve birkaç saat dinlendikten sonra heyet Türkiye’ye döndü.
Birkaç hafta sonra “Tanıtıcı Tarama” toplantıları başladı. Türkiye Hırvatistan heyetiyle birlikte tüm fasılların Avrupa Komisyonu yetkilileri tarafından kapsamlı bir şekilde tanıtıldığı tarama toplantılarına katılıyordu. Tanıtıcı Tarama sürecini Türk ve Hırvat heyetlerinin ayrıldığı ve her ülkenin ilgili fasıl konusunda ulusal mevzuatında geldiği noktayı anlattığı “Ayrıntılı Tarama” sürecine geçildi. Tüm kurumlardan heyetler Brüksel’e akın etti. Türkiye’nin AB müktesebatına uyum çerçevesinde yerine getirmesi gereken çok husus vardı, fakat aynı zamanda Türkiye’de bir istek ve kararlılık da vardı.
Müzakereler çerçevesinde açılan ve geçici olarak kapanan ilk fasıl 12 Haziran 2006’da “Bilim ve Araştırma” faslı oldu. GKRY başta olmak üzere bazı ülkeler müzakerelerin neredeyse her aşamasında Türkiye’ye çeşitli engeller çıkardı.
11 Aralık 2006 tarihinde AB üyesi ülkelerin Dışişleri Bakanları’nın katılımıyla gerçekleş9en AB Genel İşler ve Dış İlişkiler Konseyi toplantısında Ek Protokol’ün uygulanması kararı alındı ve sözkonusu protokol 8 fasıl için açılış kriteri ve tüm fasıllar için de kapanış kriteri haline geldi. GKRY de 6 faslı tek taraflı bloke etti.
Halihazırda, 35 fasıldan “Bilim ve Araştırma” dahil 16 fasıl açılabildi. Son olarak, 30 Haziran 2016’da “Mali ve Bütçesel Hükümler” faslı açıldı.
Müzakerelerin durma noktasına gelmesi
2015’te düzenlenen Türkiye-AB Zirvesi’nde 5 faslın müzakereye açılması için gerekli hazırlıkların tamamlanması, diğer fasılların açılması için de hazırlıklara başlanması kararı alındı. Türkiye Avrupa Komisyonu’na ilgili fasıllara ilişkin katkısını iletti, fakat müzakereler yine mutabık kalındığı şekliyle yürümedi.
AB Türkiye’yi Birlik’ten ve Birliğin değerlerinden uzaklaşmakla itham ediyor, Türkiye ise AB’nin yükümlülüklerini yerine getirmediğini vurguluyordu.
2016’da Türkiye’deki darbe girişimi sonrasında AB’nin Türkiye’ye yönelik eleştirel tutumu müzakere sürecini olumsuz etkileyen bir diğer faktör oldu. Zira, Aralık 2016 AB Devlet/Hükümet Başkanları Zirvesi’nde Türkiye’yle mevcut koşullarda yeni fasılların müzakereye açılmasının öngörülmediği belirtildi.
18 Mart Mutabakatı
Suriye’deki iç savaşın sürmesi ve 2015 yılında mültecilerin AB sınırlarına dayanması birlik için ciddi bir sınama teşkil etti. 18 Mart 2016 tarihinde gerçekleştirilen Türkiye-AB Zirvesi’nin ana gündem maddesi göç dalgası ve yaşanan ölümler ile göçün kitlesel hale gelmesine neden olan kaçakçılık şebekelerini durdurulmasıydı.
Türkiye bunun karşılığında, yıllardır beklediği fakat çeşitli itirazlar nedeniyle hayata geçirilemeyen vize serbestisi diyaloğunun canlandırılması ve Gümrük Birliği anlaşmasının güncellenmesi yönünde AB’yle bir mutabakata vardı. Türkiye, Vize Serbestisi Yol Haritası kriterlerini yerine getirdikten sonra nihayet Türk vatandaşları AB üyesi ülkelere seyahat ederken vize almak zorunda kalmayacaktı.
Mutabakatta ayrıca, Türkiye ile AB arasındaki ilişkilerin güçlenmesinin gerekliliğine vurgu yapılarak taraflar arasındaki üst düzey diyalog mekanizmalarının canlandırılması ve yenilerinin ihdası, bu bağlamda terörle mücadelede işbirliğinin geliştirilmesi hususlarına yer verildi.
Türkiye 18 Mart mutabakatı çerçevesinde üzerine düşen yükümlülüklerin büyük bir çoğunluğunu yerine getirdi. Bu bağlamda, Türkiye, Avrupa’ya düzensiz geçişi büyük ölçüde engelledi. Vize serbestisi için belirlenen 72 kriterden 65’inin Türkiye tarafından tamamen karşılandığı AB tarafından teyit edildi. 2018’de devreye girmesi öngörülen vize serbestisi Türkiye’nin kalan kriterleri yerine getirmediği gerekçesiyle hala başlamadı.
2019’da AB Dışişleri Bakanları’nın katılımıyla gerçekleşen Dış İlişkiler Konseyi (DİK) toplantısında bu defa Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki faaliyetleri gerekçe gösterilerek, Ortaklık Konseyi de dahil olmak üzere üst düzey tüm temasların durdurulması kararı alındı. Böylelikle taraflar arasındaki kurumsal mekanizma işlemez hale geldi.
Türkiye-AB ilişkileri bitmemiş bir senfoni olarak kalacak mı?
Yunanistan-GKRY ikilisi ve onların arkasına sığınan ülkelerin Türkiye’ye yönelik uzlaşmaz tutumları ile AB’de Türkiye’nin birlikten uzaklaştığı yönündeki hakim kanı nedeniyle AB’yle ilişkilerimiz halihazırda bir çıkmaza girdi. Son birkaç yıldır çeşitli düzeylerde temaslar olmuş olsa da, AB’nin yapıcı olmaktan uzak, bardağı yarım boş görmeye yönelik eleştirel tutumu, buna ilaveten Türkiye’de AB üyeliğine olan inancın ciddi oranda azalması ve AB müktesebatına uyum sürecinin yavaşlaması ilişkilere yeniden bir ivme kazandırılmasını güç kılıyor.
Ukrayna’nın Rusya tarafından işgali ile bunun neticesinde ortaya çıkan enerji kriziyle birlikte Türkiye’nin önemi bir kez daha net bir şekilde görüldü. Orta ve uzun vadede enerji arzını çeşitlendirme yoluna gidecek olan Avrupa için Türkiye çok stratejik bir konuma sahip. Kazakistan, Azerbaycan, İran ve ileride İsrail’den gelecek gazın Türkiye üzerinden Avrupa pazarlarına ulaştırılması en güvenli ve karlı çözüm.
Ayrıca Türkiye, Avrupa’nın güvenlik ve savunma mimarisi açısından da önemli bir ülkedir. Dolayısıyla Türkiye’nin AB’nin içindeki ilgili mekanizmalara dahil edilmesi her iki tarafın yararınadır.
AB’yle yeniden bir pozitif gündem yaratarak günümüz koşullarına uymayan Gümrük Birliği’nin güncellenmesi ve artık Türk vatandaşları için ciddi bir sıkıntı haline gelen vize konusunun çözülmesi yönünde yeniden görüşmelere başlanması, Türkiye’nin de bu doğrultuda AB müktesebatına uyum amacıyla üzerine düşeni yapmayı kararlılıkla sürdürmesi önemlidir.
Bununla birlikte, AB’nin uluslararası hukuka aykırı olan Rum-Yunan tezlerini savunmak yerine hukuktan yana bir tutum sergilemesi şüphesiz ilişkilerin önündeki birçok engelin kalkmasına imkan sağlayacaktır.